14 Nisan 2011 Perşembe

Ekşi Mizaç / Tanpınar`ın günlükleri hakkında düşünceler (2) - Beşir Ayvazoğlu

Geçen haftaki yazımda Ahmet Hamdi Tanpınar`ın altı defterden oluşan günlüklerinin İnci Enginün ve Zeynep Kerman tarafından yayına nasıl hazırlandığını anlatmış ve bu günlüklerde nasıl bir Tanpınar portresinin çıktığını gelecek yazıda anlatmayı vaadetmiştim.

Hayal kırıklığına uğradığımı söylemeyeceğim; çünkü daha önce yayımlanan bölümlerini dikkatle okuduğum için günlüklerin mahiyeti hakkında az çok fikrim vardı. Fakat merhumun hayatının sonuna kadar borç içinde yüzdüğünü doğrusu bilmiyordum. Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu`nun Tanpınar`ın öldüğünü duyunca "Ölemez! Çünkü bana borcu var!" diye yerinden fırladığı hoş bir fıkra gibi anlatılırdı, o kadar. Bu fıkra meğerse acı bir gerçeği ifade ediyormuş!

Tanpınar, öyle anlaşılıyor ki, ipin ucunu bir kere kaçırmış ve iki yakasını bir daha bir araya getirememiş. Evlenip bir yuva kuramamış olması, bohem hayatı ve sırtını kendisine dayayan ailesi (kardeşi, ablası, eniştesi, yeğenleri vb.) yüzünden maaşıyla idare edemediği için ondan bundan borç istemeye başlamış. Borçlarını ödemek için de borçlanan, bu yüzden giderek borç isteyemez hâle gelen, hatta ümidini bezik ve piyangoya bağlayan büyük yazarın yaşadığı dram, günlüklerin her satırında hissediliyor.

Parasızlığın ve ödenemeyen borçların Tanpınar`ın şahsiyetini aşındırdığını ve itibarını zedelediğini tahmin etmek zor değil. Nitekim defterine 8 Ocak 1959 sabahı düştüğü notta, "Hiçbir zaman bu kadar sefil olmadım, bu kadar biçare, haysiyetsiz ve acınacak. Yarabbim bana bir 5000 lira lütfet!" diyor.

Tanpınar, günlüğün bir yerinde parasızlığının bazı hastalıklar gibi hemen hemen hiçten başlayıp büyüdüğünü, çoğaldığını, etrafının alacaklılarla, ceplerinin borç senetleriyle dolu olduğunu; başka bir yerinde de terziden tersyüz ettirdiği paltosunu aldığını, bu paltonun artık fukaralığı kabul ettiği anlamına geldiğini söylüyor. Öyle ki borçlardan kurtulmak için her teşebbüsü ya yeni bir borca yahut yeni edebî projelere yol açmakta, yani ümitsizce bir çıkış yolu aramaktadır. Şiir ve roman çalışmaları, biraz da bu kâbustan kaçarak yaşayamadığı aşkları, mutlu olabileceği ve öç, evet, öç alabileceği yeni bir dünya inşa etme çabası olarak görünüyor.

Aynı günlüklerde parasızlık yüzünden mizacının ekşidiğini söyleyen Tanpınar, birkaç kişi dışında, herkese karşı öfkeyle doludur. İçini dökebileceği tek dostu vardır: İleride okunabileceğini tahmin ettiği günlük defterleri. Dışarıda takındığı maskeleri atıp etrafındaki insanlar hakkında gerçekte ne düşünüyorsa onları yazıveriyor: Ahmak, cahil, budala, fesatçı, şu, bu... Aslında çok farklı, yeni ve önemli eserler ortaya koyduğunun farkındadır ve başkalarının bunu fark etmemesi onu çıldırtmakta, "sükût suikastı" dediği bir çeşit komployla karşı karşıya olduğuna inanmaktadır. Bu suikastın "en büyük faktörü" ise ismini "Sa" (muhtemelen Sabahattin Eyüboğlu) diye kısalttığı kişidir. Şu çığlık üzerinde düşünmekte fayda var: "Türkiye, beni yedin!"

Tanpınar`ın yazdıkları gerçekten okunmuyor muydu? Bunu bilemeyiz; ancak okunmuş olsa bile anlaşılmadığı gerçektir. Belki de aralarında yer aldığı aydınlar, kendilerinden sürekli borç isteyen, üstü başı perişan, üstelik yazdığı bazı metinlerde kendileriyle alay eden "Kırtipil Hamdi"den iyi şeyler sâdır olamayacağını düşünüyor, eserlerine de onun şahsiyetiyle ilgili peşin hükümlerinin arasından bakıyorlardı. Günlüklerdeki şu cümleler hakikaten iç yakıcıdır: "Gece saat on iki. Bütün gün Fakülte`de oğundum. Fazıl beni azarladı. Herkes beni azarlıyor. Korkunç şey."

Tanpınar`ın mizacının ekşiliği, özellikle Demokrat Parti hakkındaki düşüncelerini yazarken iyiden iyiye su yüzüne çıkıyor. Demokratlara isnat edilen suçların idam edilmelerine yetmeyeceğinden endişe eden bir aydınla karşı karşıyayız. Talebesi Samet Ağaoğlu`na karşı bile nefretle dolu görünüyor. Yine de azıcık acıdığı iki adam olan biri o, diğeri de Faruk Nafiz`dir. "Samet affedilebilir, fakat milyonları kustuktan sonra..." diyor. 27 Mayıs darbecilerine yönelttiği tek eleştiri, yeterince kanlı bir ihtilâl yapmamış olmalarıdır. Şu cümleleri okurken tüylerimin diken diken olduğunu itiraf ederim:

"M.B.K. idealist çıktı; fazla ürktü. Fazla çekildi. Kansız ihtilâl yapmaktansa hiç yapmamak evlâdır. Risksiz hayat olamaz. Kansız ve tasfiyesiz ihtilâllerin sonu budur. Şimdi bir çıkmazdayız."

Tanpınar`ın, bir aydın olarak Demokrat Parti`ye muhalif, hatta düşman olması anlaşılabilir bir şeydir. Fakat ihtilâli yeterince kan dökülmediği için eleştirmesi ve neredeyse bütün Demokratların idamını dört gözle beklemesi, bugün durduğumuz noktadan bakıldığında, dehşet vericidir. Öyle anlaşılıyor ki, zihniyet dünyaları İttihat ve Terakki diktatörlüğü altında ve Tek Parti devrinde teşekkül etmiş aydınları bugünün ölçüleriyle değerlendirirsek, yanlış sonuçlara ulaşabiliriz.

Kitap Zamanı`nın sorularına verdiğim cevaplarda da ifade etmiştim: Tanpınar günlüklerinde neler yazmış ve hangi çehreyle karşımıza çıkmış olursa olsun, Huzur`un, Mahur Beste`nin, Sahnenin Dışındakiler`in, Saatleri Ayarlama Enstitüsü`nün, Beş Şehir`in, Yaşadığım Gibi`nin, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi`nin yazarıdır ve her zaman başımızın üstünde yeri vardır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder